Medya Güncelleme Tarihi: 12 Nis 2022 13:58

Netflix'teki Uysallar dizisi bize ne anlatıyor?

Senaryosunu Hakan Günday'ın yazdığı, yönetmenliğini Onur Saylak'ın yaptığı Netflix’in tartışılan yerli yapımlarından Uysallar dizisi bize ne anlatıyor?

Netflix'teki Uysallar dizisi bize ne anlatıyor?

Senaryosunu Hakan Günday'ın yazdığı, yönetmenliğini Onur Saylak'ın yaptığı Netflix’in tartışılan yerli yapımlarından “Uysallar” gerek içeriği gerekse anlatım tekniği açısından üzerinde durmaya değer bir üretim. Daha önce Şahsiyet'te birlikte çalışmış Günday-Saylak ikilisinin, eğlence endüstrisinin fabrikasyon üretimlerinden ayrılmayı başardığı söylenebilir.

Dizinin konusunu özetleyecek olursak, modern dünyanın ya da aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin başarmış örnek bireyinin (44 yaşında bir mimar olan Oktay Uysal), girdiği buhran üzerine yaşadığı farkındalıkla o güne kadar taşıdığı değer yargıları sorgulaması, kendini ve arzularını keşfetmesi ve bunun neticesinde geceleri gençliğinde yaşadığı “punk” yaşam tarzını sürdürmeye karar vermesi ve akabinde gelişen olayları konu alıyor.

Modern hayatın nevrotik bireyini anlatmak için kullanılan "geceleri başka birine dönüşme" temasının sanatta bir klasik olduğunu biliyoruz. Gündüz-gece ayrımı üzerinden çizilen çerçeve anlatının kurallarını ve sınırlarını da belirliyor. Diziye geri döneceğiz ama öncesinde dizinin hem başarısına hem de başarısızlığına zemin oluşturan bu felsefi arka plana dair birkaç söz söylemek gerekiyor.

İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson'ın 1886 yılında yayımladığı kısa romanı Dr. Jekyll ve Mr. Hyde'in Tuhaf Hikayesi yukarıda bahsettiğimiz klasiklerin en bilinenlerindendir. Kitap Victoria devri İngilteresinde geçmektedir. Nazik bir insan olan saygın yaşlı hekim Dr. Henry Jekyll'in geceleri şehvet düşkünü bir canavara, yani Mr. Edward Hyde'a dönüşmesi anlatılmaktadır. Olayın sanayi devriminin yükselişi ve Britanya İmparatorluğu'nun zirvesi olarak kabul edilen Victoria devrinde geçmesi, roman kahramanının pozitif bilimlerin en klasiklerinden tıp bilimi uzmanı olması ve içindeki canavarın medeniyetin temsilcisi gündüzleri değil de arkaik, karanlık ve tekinsiz zamanların sembolü “geceleri” ortaya çıkması, kitabı, sadece Avrupa merkezli modern aydınlanmaya dönük sert bir eleştiri olmaktan çıkarıp ta Atina Klasisizmi'nden bu yana kabul edilen insanın akli bir varlık olduğu prensibini mahkum eder hale getirmektedir. Medeniyetinin temellerine dönük bu eleştirinin Almanya merkezli üç büyük temsilcisi Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche ve tabii Sigmund Freud, amiyaneleştirerek söyleyecek olursak der ki: İnsanlık gömleğini ilk günden itibaren yanlış iliklemiştir. Aklına fazla güvenmiş, doğayı hafife almış, kadim (temelde tensel ve fiziksel) dürtülerini yok sayma, küçük görme hatasına düşmüştür. Bunu yaparken de doğurganlığıyla doğanın temsilcisi olarak gördüğü kadını tarih boyunca baskı altına alan erkek egemen bir kültür yaratmıştır.

Yazının konusu adını andığımız düşünürlerin felsefesinin incelemesini-eleştirisini yapmak değil, o yüzden burayı daha fazla uzatmayalım. Fakat dizinin başarı ve başarısızlığı bana göre gerek kullandığı semboller, gerekse içeriğiyle bu felsefe üzerinde şekillenmesinden kaynaklanmaktadır. Başarısı bu felsefi yaklaşımı iyi yansıtmasından, başarısızlığıysa bu felsefenin kendisinden kaynaklanmaktadır.

Dizi bir kapitalizm eleştirisi değildir. Kapitalizm, bahsettiğimiz medeniyet serüvenin hüküm süren mevcut biçimi olduğundan kaçınılmaz ama dolaylı olarak hedeftedir. Bir fondur sadece. Asıl olarak dizide hedefe oturtulan insanların arzularıyla, akli seçimlerinin bir noktada çatışmaya girmesidir. Yakıtı ilerlemecilik olan medeniyet ateşinin, kanlı canlı bir hayvan olarak doğanın parçası olan insanı yakması, kendisinden uzaklaştırması, yabancılaştırmasıdır mahkum edilen.

Semboller
Gökdelen: Başarılı bir mimar olan olan Oktay bulutların üzerinde yükselen bir gökdelende oturmaktadır. Burası dizinin temel mekanıdır. Gökdelen sadece zenginliği vurgulamak için yapılmış bir tercih değil, yoksa pekala bir lüks bir villada da oturabilirdi Uysallar. Gökdelen topraktan, yani doğadan uzaklaşmak, bulutların üstüne yolculuk etmek adına seçilmiş, tarih boyunca piramitlerden, devasa saraylara, camilerden, kiliselere örneğini gördüğümüz insanın "tanrılaşma” çabasının bir ürünü. 

Sis: Dizi boyunca İstanbul’un üzerinde kalkmayan bir sis vardır. Modernizm ışık, berraklık, temizlik demektir. Sis belirsizlik, tekinsizlik, güvensizliktir. Dizide “hava kirliliği” vurgusu kapitalizmin üretim çılgınlığının bir sonucu olarak okunabilir. Zaten modernizm ve kapitalizm eleştirisinin kaçınılmaz olarak kesiştiği noktaları dizide bulmak mümkün. Senarist demektedir ki: Siz göklerin üzerinde yaşamaya başlamış olsanız bile, ey insanlar, aslında o tekinsiz doğa peşinizde! Bir anda o medeniyetiniz çöker ve sokakta en ilkel orman kanunları işlemeye başlar...

Baba: Aslında hikayenin en kritik unsurlarından biri başroldeki Oktay’ın babası Olcay’dır. (Uğur Yücel) Olcay oğlunu kafasındaki ideale göre yetiştirmiş, gençliğinde punkçı olan oğlunu bu "yanlış yoldan" döndürerek "serseri" olmasını engellemiş, onu mimar (Dr. Henry Jekyll gibi, yine pozitif bilimlere dayalı bir meslek) olmasını sağlamış otoriter bir figürdür. Dizideki temel çatışma da Oktay ve babası arasındadır. Senaristin temel çatışmayı "Oktay ve kapitalizm" olarak değil de "Oktay ve babası" olarak seçmesini sadece anlatının dramasını kuvvetlendirmek için yapılmış bir tercih olarak görmek yeterli değil. Bu tercihin arka planında girişte anlatmaya çalıştığımız felsefi yaklaşım bulunuyor. Buna göre göre geçmişi binyıllara dayanan "erkek egemen -ilerlemeci- insan kültürü"nün temsilcisi otoriter babadır (erkek). Dolayısıyla insanların bu toplumda temel çatışması otoriter ve baskıcı babayladır. Tıpkı Oktay'ın olduğu gibi. Bu baskıdan bir kurtulsa... demektedir dizi, işte o zaman özgürleşecektir! (Bu fikri toplum düzeyine çektiğimizde temel çatışma toplumsal kurallar ve bunların temsilcisi kişilerle, itek tek kişilerin baskıladığı güdüleri, istekleri arasında kendini gösterir) 

Kadınlar: 

Dizideki tüm kadınlar erkek mağdurudur. 

Nil (Songül Öden) Bir mesleği olmasına rağmen zaten geliri yüksek bir adamın karısı olarak çocuklarına bakmayı “seçmiş”, ancak birey olarak yok olmuştur. Onu ilk gördüğümüz sahnede yüzünde maske olması, onu birey olmaktan çıkarıp "anonimleştirmektedir" Yanılgısını devam ettiren Nil'in kadınsal özelliklerini kuvvetlendirerek bu girdaptan çıkmayı denemesi (estetik, bir başka erkek tarafından beğenilmek, ilgi görmek) onu daha da içinden çıkılamaz bir yere sürüklemiştir. 

Yağmur (Nezaket Erden) Erkek egemen iş yaşamında yaşadıkları nedeniyle travmatik sorunları olan dışavurumcu bir beyaz yakalıdır. 

Sofia (Bilyana Jovanovska) Oktay’ın babasından hamile kalmış bir hizmetçidir. Üstelik baba ölüm döşeğindeki karısını aldatarak bu ilişkiye girmiştir. Yani oğluna baskı uygulayan baba, tıpkı oğlunun geceleri “punk”çı olmasına benzer şekilde gizli bir yaşam sürmüştür. Bu düzenin temsilcisi baba dahi, bu düzenin ideallerine ihanet etmektedir. 

Hostes olmak istediği halde erkek arkadaşı tarafından “eve hapsedilen” ve şiddete uğrayan Uysalların komşusunu da bu listeye ekleyebiliriz.

Punk: Oktay’ın geceleri bir punk’çıya dönüşmesi de bu anlamda kapitalizm değilse de modernizm eleştirisi açısından, dizinin felsefi temeli itibariyle doğru bir tercihtir. Tıpkı geceleri içindeki canavarın uyandığı Dr. Jekyll gibi… Bu açından Punk estetiği tam isabettir, çünkü o bir estetik karşıtıdır, a-estetikdir. Klasik estetik anlayışının temeli sadeliktir, hiçbir abartıya kaçmamak ve insanı güvende hissettirecek aşırılıklardan yoksun olmaktır. Estetik olan tedirgin etmemelidir. Bu yüzden hoşa gider. Bu da ancak tanımlanabilir, standartları belli olandır. (Burada tabii son yüzyıldan değil, klasik estetikten bahsediyoruz) Punk bunların tam tersidir. Bir kere saçtan başlayarak her yerde sivrilikler vardır (klasik estetikte yumuşak hatlar vardır), giysiler insanın derisini gösterecek şekilde ve bütünlükten yoksun olarak parçalı ve yamalıdır, erkek-kadın ayrımı ortadan kalkmıştır, gotik makyajlar tedirgin eder. Punk modernizmin temiz, iyi giyimli, bakımlı ve kurallı bireyinin karşısına tanımlanamaz, adeta “çöplüğü” andıran “doğanın anarşisini” çağrıştırmaktadır. 

Punk yazarın kapitalizmle kavga etmemek için yaptığı bir seçimdir de aynı zamanda. Zira belki klasik modernizmi punk estetiğiyle eleştirebilirsiniz ama kapitalizm bu tür aşırılıkları içermeyi çoktan öğrenmiş bir sistemdir. Orada "herkese" yer vardır. Bir sistem olarak sömürü ilişkilerini hedefe koymayan her türlü "kültürel başkaldırı" kapitalizmin düşmanı olmadığı gibi, kullanışlı bir aracıdır da aynı zamanda. 

Burada dizideki tek "ütopya" demesini hatırlatmadan geçmek olmaz. Oktay'ın "punkçı bilge" arkadaşının kuracağı "anarşist" kamp - ada hayatı dizideki tek çözüm önermesidir. Dizi modern dünyanın neredeyse tüm sorunlarına değinmeye çalışırken kaçışı bir çözüm gibi sunmaktadır. Bunun elbette ciddiye alınacak bir tarafı olamaz. Zaten dizinin sonunda bunun bir çözüm olamayacağı da ortaya çıkmaktadır.

Ve Ece: 

Evin küçük kızı bana göre diziye tüm felsefesini verendir. Daha 7-8 yaşlarında bir kız dizide kimilerine göre vicdanı, bana göreyse felsefi bir prensibi temsil etmektedir. O prensip akli insanın hor gördüğü “kadim bilgelik”tir. Yani tüm o modernizm eleştirisinin karşıt unsurudur. Yoksul çocukların üzüntüsünü duyar, şiddet gören kadınların yanında durur, teknolojiden nefret eder. Yabancılaşan birey karşısında komşularla iletişim kurmaya çabalar. Oktay’ın dediği gibi “bu nasıl çocuktur.” Gerçekten Ece o dünyaya ait değildir, başka bir dünyanın sembolüdür. Üstelik bunları yapan ufacık bir kızdır, yani modern dünyanın okumuş etmiş yetiştinlerinin yanında henüz herhangi bir “akli” yeterliliği olmayan, düşüncesi gelişmemiş bir çocuktur. Bir akıl eleştirisi daha…

Elbette bu rol için bir kız çocuğunun seçilmesi sempatikliği artırmak için değildir. Tarihi binyıllara uzanan erkek egemen toplumsal kültür karşısında bir başka doğa prensibini temsil etmektedir o, anaerkil bir dünyanın sembolüdür. 

Oktay: Başrol olmasına rağmen Oktay üzerinde fazla durmaya gerek yok bana kalırsa. O bu mesajları verebilmek için bir bahanedir sadece. Çünkü Türkiye’de bugün bir beyaz yakalının yaşadığı sorunlar için hiçbir şekilde genelleştirecek bir örnek teşkil etmez. Bugün işsizlik, mobbing, düşük ücret, fazla mesai, borçluluk, yoksulluk, barınma vs vs.. sayılamayacak kadar soruna sahip bu kentli emekçiler için Oktay’ın “dramı” hayli yabancı ve ancak bir dizi senaryosu olarak anlamlıdır. O yüzden de dizide kapitalizm görünmez (patronuyla girdiği tek diyalogda patronu ona “sen de borçlusun ben de” demiştir, neredeyse eşitlerdir!) çünkü o “gerçek bir kişi” değil, yazının girişinde anlattığımız felsefenin amacı doğrultusunda sadece bir alegori unsurudur.

Sonuç
Dizide pek çok ayrıntı ve unsur var üzerinde konuşulabilecek. Bunların bir kısmı güncel göndermeler olduğundan yazıda anlattığımız ana fikri tartışmak açısından burada gerek görmediğim için yer vermedim. (Örneğin Haluk Bilginer'in rolü, ya da Oktay'ın paranoyak beyaz yakalı iş arkadaşı vs...)

Sonuç itibariyle dizi tarihi binyıllara dayanan erkek merkezli-ilerlemeci “kültür” eleştirisi olarak kullandığı semboller ve kurgusu itibariyle başarılıdır. İzleyenlerde, bu eleştirinin haklı noktalarını paylaştığı ölçüde, sempati de uyandırmaktadır.

Ancak bu eleştiri sonUca götüren bir eleştiri değildir. Zira bu eleştiri “en başa dönmeyi” salık vermektedir. Bir sanat ürünü olarak Uysallar’ın bizzat kendisi dahi, kökten eleştirdiği, farkında olsun ya da olmasın neredeyse "olmasaydı" dediği o medeniyet serüveni sayesinde var olabilmektedir.

Kapitalizmi doğrudan konusu haline getirmeyen her eleştiri bu nedenle çıkışsızdır. Şöyle yazılmalıydı senaryo diyecek durumumuz yok elbette, o yüzden bu kadarını diyebiliriz en fazla. Dizinin sonunda bir hapishane hücresinde birbirini dinlemeden bağırıp çağıran aile bireyleri (ve onları oradan çıkaracak tek kişinin intihar etmesi) dizinin felsefesine yakışan bir son olmuştur. (Volkan Algan/ Solhaber)

Ekleme Tarihi: 12 Nis 2022 13:58